Def-i mazarrat celb-i menafiden evladır…
01 Mayıs 2010 - Marketing Türkiye
Bu söz Mecelle’nin çok popüler kurallarından biriymiş. Ben de yeni öğrendim… Halkla ilişkiler sektöründe taşların nasıl yerine oturacağı tartışması için biçilmiş kaftanmış aslında. Türkçe meali şöyle: “Bir zararın giderilmesi bir yararın temininden önemli ve önceliklidir”…
Halkla ilişkiler sektörünün içinde bulunduğu durumda sarı ışık yanmaktadır. Bu sarı ışık, yukarıdaki Mecelle düsturu dikkate alınmaz, bazı zararlı alışkanlıklar giderilmezse, en yakın bir tarihte kırmızıya dönecektir; o zaman da iş, içinden çıkılmaz bir hale gelmiş olabilir…
Halkla ilişkiler sektörü, iyi elemanlarını birer birer müşterilere kaybetmekteler. Müşteriler kendi bünyelerinde çok güçlü kadrolar oluşturabilmekte, bu departmanlar için gerekli insan kaynaklarını Hİ ajanslarından kolaylıkla temin edebilmektedirler. Çünkü Hİ ajanslarının müşterilerinden aldıkları ücretler çok düşüktür; bu yüzden PR ajansları çalışanlarına adam gibi ücret ödeyememekte ve ücret konusunda hizmet verdikleri şirketlerle rekabet edememektedirler… Ayrıca AR-GE’ye ve pazarlamaya yeterince kaynak yatıramayıp, böylece ‘fasit dairenin’ içine düşebilmekteler…
Daha çok medya hizmeti alan şirketler, kendileri için hiç de önemli olmayan düzeyde maaşları bastırıp PR ajanslarından istedikleri kalifiye elemanları armut gibi tek tek toplayabilmekteler… Bütün PR ajansları için geçerli midir bu durum? Tabii ki hayır… Kurumsal yönetim konusunda önemli adımlar atabilmiş ajanslar kendilerini bu türbülanstan ancak kısmen koruyabilmektedirler…
Reklam sektöründe, sosyal paydaşlar arası ilişkilerin yönetimi, halkla ilişkilere oranla çok daha az sıkıntılıdır. Reklam sektöründe kurallar daha nettir. Bellidir. Çünkü reklam dünyasının gelenekleri, mesleki pin kodları çok daha eskilere dayanmaktadır. Bu nedenle de müşteri ilişkileri, insan kaynakları meseleleri öyle uzun boylu tartışılıp oraya buraya çekiştirilmez…
Reklam ajanslarının hizmetlerinin çıktıları kısa zamanda elde edilirken, PR’da adam gibi sonuç almak için aylarca, hatta bazen yıllarca beklemek söz konusu olabilir…
Reklam dünyasındaki ‘raconlar’ ve ‘garip’ soruların yanıtları için adres de bellidir liberal ekonomilerden yola çıkarak hazırlanacak STK tavırları da…
Örneğin, bir reklam ajansının müşterisine başka bir ajansın müşterisi -tabiri amiyane ile- ‘sarkabilir’ mi?.. Ya da, bir ajans diğer ajansın çalışanlarına teklif götürebilir mi? Ya da konkur koşulları her defasında ayrı ayrı tartışılır mı? Bir reklam ajansı konkurlara girip girmeyeceğine nasıl karar verir?..
Bütün bu soruların yanıtları reklam sektöründe gelip bir noktada toplanır ve tüm sorulara yanıt verecek, çelişkileri çözecek anahtar sözcük orada durmaktadır: Kapitalizm ve liberalizm…
Feodal yapılarda gündeme gelen gizli, yarı-gizli ya da tamamen açık anlaşmalar, liberalizmde yaşayamaz. Örneğin, bir ara büyük gazeteler birbirlerinden eleman almama konusunda anlaşmışlardı. Bu anlaşma, en azından insan haklarına aykırıydı… Zaten kısa bir süre sonra da ortadan kalktı…
Kapitalizm ve liberalizmde rekabet koşulları bellidir… Şirketler yasalar çerçevesinde ve sektörel etik kodlar dahilinde serbest piyasa ekonomisi gerekleri doğrultusunda rekabet içinde ekonomik özgürlüklerini yaşarlar…
Bu durum ülkemizde reklam ajansları için tamamen net olmasına rağmen halkla ilişkiler ajanslarının sağlam bir sektörel yapılaşma içine girebildikleri söylenemez… Halkla ilişkiler ajanslarında ‘def edilmesi gereken mazarrat’ ne olabilir? Sayalım…
1. Sermayenin ‘temerküzü’ burada da önemlidir. O nedenle PR ajansları bir an önce birleşmeli sermaye açısından güçlü yapılar kurmalıdırlar. Oysa mevcut durum tam tersini göstermekte; ‘bir masa bir kasa’ kurulmuş ‘tel maşa’ bir sürü ‘ajansımsı’ türemektedir… Bunlar yaşayabilmek için ciddi bir ajansın 15 bin TL aylık ‘fee’ teklifi verdiği bir müşteriye 3 bin TL’ler civarında öneriler ve ‘her işi yaparız abi’ tavırlarıyla yaklaşabilmekteler…
2. Ancak sermaye ‘temerküz’ ederse yatırım yapılır. Kapitalizmin bir numaralı öğesi bugün PR sektörü için yerlerde sürünmektedir… İnsan kaynaklarına, entelektüel varlıklara (patent vb), alt yapıya, ilişki ağlarına, yapısal sermayeye, yönetim süreçlerine yatırım yapan kaç PR şirketi tanıyorsunuz?.. Taş çatlasa 3-5… Kaç PR ajansı var? Yüzlerce… Binlerce… Müşteri o zaman neden yüksek ‘fee’ ödesin?.. Neden alacağı hizmet kalitesini kendi bünyesinde kuracağı kadrolarda aramasın?..
3. Sektörün büyük bir kısmı serbest rekabet avantajını yitirmişse, -istediği kadar kendisine ‘iletişim danışmanı’ desin- kendini bütün işi ‘medyada haber çıkarmak’ olarak algılanan sıradan bir basın ajansı (press agency, bkz. James Grunig) durumuna düşürmüşse; buradan çıkış yolu, serbest rekabet ortamını iyice ortadan kaldıracak önlemleri savunmak değildir.
Yani, hizmet verilen müşteri takır takır dilediği PR uzmanını çekip alırken, birleşip hem sermayeyi hem insan kaynaklarını geliştirmek varken, kabuğuna çekilip “Biz birbirimizden eleman almayalım” önerisi getirmek; ajansların yeni müşteri bulmak için girişecekleri pazarlama faaliyetlerinin önünü açmak yerine, “Herhangi bir ajanstan PR hizmeti alan müşteriye gidilmesin” diye kısıtlamalar getirmeye çalışmak… ‘Tel maşa’ ajanslara karşı tek rekabet gücü olan ‘ICCO standartlarına göre denetlenmeyi’ savunup bu belgeyi ihale önkoşulu haline getirmek yerine, aman birlik bozulmasın diye denetimden geçmeyen ajansları idare etmek…
Bütün bunları yapmak; sonra da 3 milyarı aşan reklam pastası karşısında yaklaşık 50 milyonluk toplam ciroyla bakakalmak… Dünyada reklam ajanları “Eyvah PR ajanslarının ciroları bizi her an geçebilir” diye endişelenirken, reklam dünyasının 60’ta biri büyüklükteki bir PR sektörüne sahip olmak, ancak bize nasip olmuştur…
Sonra da neymiş?.. İletişim duayenleriymişiz, ustalarıymışız… Geçiniz efendim…
Liderliği atlardan öğrenmek ister misiniz?
İş ve iletişim yönetiminde şu eğitim, konferans, bireysel gelişim, toplu gelişim, topsuz gelişim (!), kolektif anlayış, empati, sempati, ilişki yönetimi ve benzer onlarca başlık altında oluşan bir sektör; etkinlikleriyle, yayınlarıyla giderek büyüyen bir sektör var ya… Hani hangisinin faydalı hangisinin fuzuli olduğunu anlamakta giderek zorlandığımız ‘proje önerileri’…
Şimdi size örneğini vereceğim eğitim, hepsine tüy diker…
Beni bile tahrik etmiş ve bana e-posta ile ulaşmış olan ilanı kısmen aşağıya alıyorum:
“Atlarla liderlik eğitimi…
Atlar liderlik ilkelerini yeni bir ışık altında görmemizi sağlar. At, hayatınızı ve işinizi nasıl idare ettiğinizle ilgili bir metafora dönüşür. Aynı insanlar gibi atlar da liderlik üslubunuza karşılık vererek bir lider olarak güçlü yönleriniz ve geliştirmeniz gereken alanlarla ilgili size dürüst ve net geri bildirimde bulunur. Gittiğimizi söylediğimiz yer ile oraya ulaşmak için aslında ne yaptığımız arasındaki boşluğu kolayca kapatabilir. Başkalarıyla ve kendimizle etkileşimin yeni yollarına ulaşmamız için bizi nazikçe yüreklendirir…
Bütünsel At Destekli Eğitimimiz yönetim ve liderlik gelişimi, yönetim değişimi ve koçluk alanlarına yönelik çok özel bir bakış açısı kazandırmaktadır. Davranış Yönetimi her şeydir. Güven, saygı, dürüstlük, alçakgönüllülük, doğruluk ve sahiciliğin etkili iletişim ve sonuç almada ne kadar önemli olduğunu at destekli öğrenme yaklaşımıyla siz de tecrübe ediniz.
Bu eğitimde, çalışanlarınızı, ekiplerinizi, müşterilerinizi ve projelerinizi daha az çabayla daha iyi nasıl yönetebileceğinizin iç yüzünü yaşayarak öğreneceksiniz.
Niçin Atlar?
Çünkü atlar sağduyuyu temsil eder. ‘Atlarla Yüz Yüze’ olmak sizin farkındalığınızda hemen bir etki yaratır. Bir at, siz kendinizi nasıl sunarsanız öyle tepki verecektir, sizin liderlik üslubunuzu nasıl algıladıysa öyle yansıtacaktır. Liderlik sadece insanları bir yerden ötekine götürmek değildir. Liderlik bizim nasıl önderlik ettiğimiz, nasıl algılandığımız, nasıl kabul edildiğimizdir. Beden dilimiz, tavrımız ve ses tonumuzun farkında mıyız? Yaklaşımımız bu nitelikleri yansıtır, yani bir atın anladığı dil... Atlar bize insanlara ilham verip önderlik etmek için gerçekten ne yapmamız gerektiğini gösterir.
Bu deneyim, sizin liderlik bilincinizi geliştirmekle ilgilidir. Bu deneyim, ‘uyum’ karşısında ‘gerçek istek’tir. Kitlelere en az çabayla nasıl ilham verebileceğimizle ilgilidir. İletişim sadece ne dediğimiz değil, aynı zamanda nasıl dediğimizde saklıdır. Sizin unvanınız ya da pozisyonunuz atın umurunda değildir. İktidar bir seçenek değildir, önderlik edecek otoriteyi kazanın, göreceksiniz ki çabanız ödüllendirilecektir.”
Nasıl?... Vallahi ben etkilendim…
Ve düşünmeye başladım… Bu iş maymunlarla nasıl olur? Ya da papağanlarla? Köpeklerle nasıl olduğunu aşağı yukarı biliyorum. Bir arkadaşımız 15-20 komut öğretmişti, muhabbet kuşları da iyi bir eğitim partneri olabilir mesela… Yeter ki dostlar alış verişte görsün…
Tencere dibin kara…
Hani yukarıda çuvaldızı kendimize batırdık ya, yatırım konusunda beterin beteri varmış…
Türkiye Bilişim Sanayicileri Derneği'nin (TÜBİSAD) önderliğinde yürütülmüş olan bir araştırmaya göre Türkiye'de bilişim altyapısı konusunda KOBİ’lerin durumu yerlerdeymiş…
PR ajansları da birer KOBİ’dir; ancak bu konuda çok ileridedirler… Neredeyse hepsi bilişim alt yapısını mükemmel kullanır… Türkiye'nin ilk 'KOBİ Bilişim Araştırması'na göre, 1.5 milyon şirket ve şirket yöneticisi e-posta adresi kullanmıyormuş. Mevcut web sitelerinin yüzde 54'ü şirket yöneticilerinin tanıdıkları(!) tarafından tasarlanmış. Türkiye'deki 2.5 milyon KOBİ'nin yüzde 92'sinin internet erişimi varmış. Fakat 1999'dan bu yana bir türlü çıkarılamayan yeni Ticaret Kanunu Taslağı'nda tüm ticari işletmelere şart koşulan ticari web sitesini bu şirketlerin sadece yüzde 25'i kullanıyormuş.
Avea, Intel, Microsoft, TTNet ve Türk Telekom'un da desteğini alan TÜBİSAD bir proje hazırlamış. Buna göre şu an 2.5 milyon şirketin yüzde 5'inin dış ticaretle uğraşabildiği saptanmış. Bu ve benzeri dengeleri değiştirmek için Türkiye'nin dört bir yanındaki KOBİ yöneticilerine bilişim semineri verilecekmiş. Meslek lisesi mezunu 1.000 genç de bu esnada KOBİ bilişim destek uzmanı olarak yetiştirilecek ve küçük işletmelere bilgi ve altyapı desteği sunmak için ziyaretlerde bulunacaklarmış…
İnşallah proje ‘iyi niyetten’ öteye gider ve KOBİ’ler bir nebze olsun OBİ’leşirler…
Halkla ilişkiler sektörünün içinde bulunduğu durumda sarı ışık yanmaktadır. Bu sarı ışık, yukarıdaki Mecelle düsturu dikkate alınmaz, bazı zararlı alışkanlıklar giderilmezse, en yakın bir tarihte kırmızıya dönecektir; o zaman da iş, içinden çıkılmaz bir hale gelmiş olabilir…
Halkla ilişkiler sektörü, iyi elemanlarını birer birer müşterilere kaybetmekteler. Müşteriler kendi bünyelerinde çok güçlü kadrolar oluşturabilmekte, bu departmanlar için gerekli insan kaynaklarını Hİ ajanslarından kolaylıkla temin edebilmektedirler. Çünkü Hİ ajanslarının müşterilerinden aldıkları ücretler çok düşüktür; bu yüzden PR ajansları çalışanlarına adam gibi ücret ödeyememekte ve ücret konusunda hizmet verdikleri şirketlerle rekabet edememektedirler… Ayrıca AR-GE’ye ve pazarlamaya yeterince kaynak yatıramayıp, böylece ‘fasit dairenin’ içine düşebilmekteler…
Daha çok medya hizmeti alan şirketler, kendileri için hiç de önemli olmayan düzeyde maaşları bastırıp PR ajanslarından istedikleri kalifiye elemanları armut gibi tek tek toplayabilmekteler… Bütün PR ajansları için geçerli midir bu durum? Tabii ki hayır… Kurumsal yönetim konusunda önemli adımlar atabilmiş ajanslar kendilerini bu türbülanstan ancak kısmen koruyabilmektedirler…
Reklam sektöründe, sosyal paydaşlar arası ilişkilerin yönetimi, halkla ilişkilere oranla çok daha az sıkıntılıdır. Reklam sektöründe kurallar daha nettir. Bellidir. Çünkü reklam dünyasının gelenekleri, mesleki pin kodları çok daha eskilere dayanmaktadır. Bu nedenle de müşteri ilişkileri, insan kaynakları meseleleri öyle uzun boylu tartışılıp oraya buraya çekiştirilmez…
Reklam ajanslarının hizmetlerinin çıktıları kısa zamanda elde edilirken, PR’da adam gibi sonuç almak için aylarca, hatta bazen yıllarca beklemek söz konusu olabilir…
Reklam dünyasındaki ‘raconlar’ ve ‘garip’ soruların yanıtları için adres de bellidir liberal ekonomilerden yola çıkarak hazırlanacak STK tavırları da…
Örneğin, bir reklam ajansının müşterisine başka bir ajansın müşterisi -tabiri amiyane ile- ‘sarkabilir’ mi?.. Ya da, bir ajans diğer ajansın çalışanlarına teklif götürebilir mi? Ya da konkur koşulları her defasında ayrı ayrı tartışılır mı? Bir reklam ajansı konkurlara girip girmeyeceğine nasıl karar verir?..
Bütün bu soruların yanıtları reklam sektöründe gelip bir noktada toplanır ve tüm sorulara yanıt verecek, çelişkileri çözecek anahtar sözcük orada durmaktadır: Kapitalizm ve liberalizm…
Feodal yapılarda gündeme gelen gizli, yarı-gizli ya da tamamen açık anlaşmalar, liberalizmde yaşayamaz. Örneğin, bir ara büyük gazeteler birbirlerinden eleman almama konusunda anlaşmışlardı. Bu anlaşma, en azından insan haklarına aykırıydı… Zaten kısa bir süre sonra da ortadan kalktı…
Kapitalizm ve liberalizmde rekabet koşulları bellidir… Şirketler yasalar çerçevesinde ve sektörel etik kodlar dahilinde serbest piyasa ekonomisi gerekleri doğrultusunda rekabet içinde ekonomik özgürlüklerini yaşarlar…
Bu durum ülkemizde reklam ajansları için tamamen net olmasına rağmen halkla ilişkiler ajanslarının sağlam bir sektörel yapılaşma içine girebildikleri söylenemez… Halkla ilişkiler ajanslarında ‘def edilmesi gereken mazarrat’ ne olabilir? Sayalım…
1. Sermayenin ‘temerküzü’ burada da önemlidir. O nedenle PR ajansları bir an önce birleşmeli sermaye açısından güçlü yapılar kurmalıdırlar. Oysa mevcut durum tam tersini göstermekte; ‘bir masa bir kasa’ kurulmuş ‘tel maşa’ bir sürü ‘ajansımsı’ türemektedir… Bunlar yaşayabilmek için ciddi bir ajansın 15 bin TL aylık ‘fee’ teklifi verdiği bir müşteriye 3 bin TL’ler civarında öneriler ve ‘her işi yaparız abi’ tavırlarıyla yaklaşabilmekteler…
2. Ancak sermaye ‘temerküz’ ederse yatırım yapılır. Kapitalizmin bir numaralı öğesi bugün PR sektörü için yerlerde sürünmektedir… İnsan kaynaklarına, entelektüel varlıklara (patent vb), alt yapıya, ilişki ağlarına, yapısal sermayeye, yönetim süreçlerine yatırım yapan kaç PR şirketi tanıyorsunuz?.. Taş çatlasa 3-5… Kaç PR ajansı var? Yüzlerce… Binlerce… Müşteri o zaman neden yüksek ‘fee’ ödesin?.. Neden alacağı hizmet kalitesini kendi bünyesinde kuracağı kadrolarda aramasın?..
3. Sektörün büyük bir kısmı serbest rekabet avantajını yitirmişse, -istediği kadar kendisine ‘iletişim danışmanı’ desin- kendini bütün işi ‘medyada haber çıkarmak’ olarak algılanan sıradan bir basın ajansı (press agency, bkz. James Grunig) durumuna düşürmüşse; buradan çıkış yolu, serbest rekabet ortamını iyice ortadan kaldıracak önlemleri savunmak değildir.
Yani, hizmet verilen müşteri takır takır dilediği PR uzmanını çekip alırken, birleşip hem sermayeyi hem insan kaynaklarını geliştirmek varken, kabuğuna çekilip “Biz birbirimizden eleman almayalım” önerisi getirmek; ajansların yeni müşteri bulmak için girişecekleri pazarlama faaliyetlerinin önünü açmak yerine, “Herhangi bir ajanstan PR hizmeti alan müşteriye gidilmesin” diye kısıtlamalar getirmeye çalışmak… ‘Tel maşa’ ajanslara karşı tek rekabet gücü olan ‘ICCO standartlarına göre denetlenmeyi’ savunup bu belgeyi ihale önkoşulu haline getirmek yerine, aman birlik bozulmasın diye denetimden geçmeyen ajansları idare etmek…
Bütün bunları yapmak; sonra da 3 milyarı aşan reklam pastası karşısında yaklaşık 50 milyonluk toplam ciroyla bakakalmak… Dünyada reklam ajanları “Eyvah PR ajanslarının ciroları bizi her an geçebilir” diye endişelenirken, reklam dünyasının 60’ta biri büyüklükteki bir PR sektörüne sahip olmak, ancak bize nasip olmuştur…
Sonra da neymiş?.. İletişim duayenleriymişiz, ustalarıymışız… Geçiniz efendim…
Liderliği atlardan öğrenmek ister misiniz?
İş ve iletişim yönetiminde şu eğitim, konferans, bireysel gelişim, toplu gelişim, topsuz gelişim (!), kolektif anlayış, empati, sempati, ilişki yönetimi ve benzer onlarca başlık altında oluşan bir sektör; etkinlikleriyle, yayınlarıyla giderek büyüyen bir sektör var ya… Hani hangisinin faydalı hangisinin fuzuli olduğunu anlamakta giderek zorlandığımız ‘proje önerileri’…
Şimdi size örneğini vereceğim eğitim, hepsine tüy diker…
Beni bile tahrik etmiş ve bana e-posta ile ulaşmış olan ilanı kısmen aşağıya alıyorum:
“Atlarla liderlik eğitimi…
Atlar liderlik ilkelerini yeni bir ışık altında görmemizi sağlar. At, hayatınızı ve işinizi nasıl idare ettiğinizle ilgili bir metafora dönüşür. Aynı insanlar gibi atlar da liderlik üslubunuza karşılık vererek bir lider olarak güçlü yönleriniz ve geliştirmeniz gereken alanlarla ilgili size dürüst ve net geri bildirimde bulunur. Gittiğimizi söylediğimiz yer ile oraya ulaşmak için aslında ne yaptığımız arasındaki boşluğu kolayca kapatabilir. Başkalarıyla ve kendimizle etkileşimin yeni yollarına ulaşmamız için bizi nazikçe yüreklendirir…
Bütünsel At Destekli Eğitimimiz yönetim ve liderlik gelişimi, yönetim değişimi ve koçluk alanlarına yönelik çok özel bir bakış açısı kazandırmaktadır. Davranış Yönetimi her şeydir. Güven, saygı, dürüstlük, alçakgönüllülük, doğruluk ve sahiciliğin etkili iletişim ve sonuç almada ne kadar önemli olduğunu at destekli öğrenme yaklaşımıyla siz de tecrübe ediniz.
Bu eğitimde, çalışanlarınızı, ekiplerinizi, müşterilerinizi ve projelerinizi daha az çabayla daha iyi nasıl yönetebileceğinizin iç yüzünü yaşayarak öğreneceksiniz.
Niçin Atlar?
Çünkü atlar sağduyuyu temsil eder. ‘Atlarla Yüz Yüze’ olmak sizin farkındalığınızda hemen bir etki yaratır. Bir at, siz kendinizi nasıl sunarsanız öyle tepki verecektir, sizin liderlik üslubunuzu nasıl algıladıysa öyle yansıtacaktır. Liderlik sadece insanları bir yerden ötekine götürmek değildir. Liderlik bizim nasıl önderlik ettiğimiz, nasıl algılandığımız, nasıl kabul edildiğimizdir. Beden dilimiz, tavrımız ve ses tonumuzun farkında mıyız? Yaklaşımımız bu nitelikleri yansıtır, yani bir atın anladığı dil... Atlar bize insanlara ilham verip önderlik etmek için gerçekten ne yapmamız gerektiğini gösterir.
Bu deneyim, sizin liderlik bilincinizi geliştirmekle ilgilidir. Bu deneyim, ‘uyum’ karşısında ‘gerçek istek’tir. Kitlelere en az çabayla nasıl ilham verebileceğimizle ilgilidir. İletişim sadece ne dediğimiz değil, aynı zamanda nasıl dediğimizde saklıdır. Sizin unvanınız ya da pozisyonunuz atın umurunda değildir. İktidar bir seçenek değildir, önderlik edecek otoriteyi kazanın, göreceksiniz ki çabanız ödüllendirilecektir.”
Nasıl?... Vallahi ben etkilendim…
Ve düşünmeye başladım… Bu iş maymunlarla nasıl olur? Ya da papağanlarla? Köpeklerle nasıl olduğunu aşağı yukarı biliyorum. Bir arkadaşımız 15-20 komut öğretmişti, muhabbet kuşları da iyi bir eğitim partneri olabilir mesela… Yeter ki dostlar alış verişte görsün…
Tencere dibin kara…
Hani yukarıda çuvaldızı kendimize batırdık ya, yatırım konusunda beterin beteri varmış…
Türkiye Bilişim Sanayicileri Derneği'nin (TÜBİSAD) önderliğinde yürütülmüş olan bir araştırmaya göre Türkiye'de bilişim altyapısı konusunda KOBİ’lerin durumu yerlerdeymiş…
PR ajansları da birer KOBİ’dir; ancak bu konuda çok ileridedirler… Neredeyse hepsi bilişim alt yapısını mükemmel kullanır… Türkiye'nin ilk 'KOBİ Bilişim Araştırması'na göre, 1.5 milyon şirket ve şirket yöneticisi e-posta adresi kullanmıyormuş. Mevcut web sitelerinin yüzde 54'ü şirket yöneticilerinin tanıdıkları(!) tarafından tasarlanmış. Türkiye'deki 2.5 milyon KOBİ'nin yüzde 92'sinin internet erişimi varmış. Fakat 1999'dan bu yana bir türlü çıkarılamayan yeni Ticaret Kanunu Taslağı'nda tüm ticari işletmelere şart koşulan ticari web sitesini bu şirketlerin sadece yüzde 25'i kullanıyormuş.
Avea, Intel, Microsoft, TTNet ve Türk Telekom'un da desteğini alan TÜBİSAD bir proje hazırlamış. Buna göre şu an 2.5 milyon şirketin yüzde 5'inin dış ticaretle uğraşabildiği saptanmış. Bu ve benzeri dengeleri değiştirmek için Türkiye'nin dört bir yanındaki KOBİ yöneticilerine bilişim semineri verilecekmiş. Meslek lisesi mezunu 1.000 genç de bu esnada KOBİ bilişim destek uzmanı olarak yetiştirilecek ve küçük işletmelere bilgi ve altyapı desteği sunmak için ziyaretlerde bulunacaklarmış…
İnşallah proje ‘iyi niyetten’ öteye gider ve KOBİ’ler bir nebze olsun OBİ’leşirler…