Hollywood’u ‘okumak’, hayatı okumaktır
19 EKİM 2011
Ben olsam bu numarayı sık sık yaparım. Ver bir İsrailliyi al 1.000 Filistinliyi… Nasılsa elde mebzul miktarda var…
‘1027’ye 1’ formülünün, yakın zamanda bir Hollywood yapımına, bir Gilad Şalit filmine dönüştürülerek dünya aleme seyrettirileceğinden adım gibi eminim. Formül, dün uygulanmaya başlandı ve İsrail kaynaklı ‘algılama yönetimi’ stratejisi gereği ‘tarihi takas’, bir ‘politik show’a dönüştürüldü. Şimdilik algılama ‘kazan-kazan ilişkisi’ üzerinden yürütülüyor. Yakından raylar Gilad Şalit makasıyla yer değiştirecek. Eğer bizimkiler bir Hollywood adımı atmazlarsa ki, bu saatten sonra zor…
Dün sabah servislere konan şu habere bir bakın:
“Kanal 2 televizyonu, Şalit'in Mısır'a ulaştığında üzerinde İsrail ordu üniforması olduğunu açıkladı.”
İşte filmin başlangıç sahnesi...
Hemen ardından gelen haberlerden, Şalit'in ailesiyle telefonda konuştuğunu ve İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, Tel Nof Hava Üssü'nde genç askerin ailesiyle bir araya geldiğini öğrendik. Kavuşma sahnesi bütün ajanslarda TV’lerde… İsrail bu kez kan değil göz yaşı döktürüyordu…
İsrail’in, 1027 Filistinli’ye bedel gördüğü genç asker Şalit’in gülüşünden, ağlamasından, mimiklerinden, etinden, sütünden yararlanacağı besbelli. Şalit’in iyi bir ‘kamu diplomasisi bayrağı’ olacağı da kesin... (Bkz. verdiği ilk röportaj)
İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres 1998’de NPQ dergisinde kendisi gibi bir ‘oyuncu – yönetmen’ olan Sydney Pollack’la sohbet ederken demiş ki: “Bugün iletişim araçları birçok bakımdan diktatörlüğü olanaksız kılarken aynı zamanda demokrasiyi de katlanılmaz kılıyor.” Gelin de “Hollywood’u okumak, hayatı okumaktır” düsturuna itibar etmeyin.
Cumhurbaşkanı iletişimi biliyor
Biraz da kırıklığı varmış… Ateş filan… Biz olsak yatarız… Bu türlere Allah özel bir güç veriyor sanki. Yoksa siyaset yapamazlar. Başbakan’ın ve özellikle seçim döneminde Kemal Kılıçdaroğlu’nun temposuna ayak uydurmaya çalışanlardan bazıları helak oldular… Birkaçını biliyorum. Resmen ‘havlu atıp’ işi bıraktılar…
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de o hiperaktif takımdan… Müthiş bir temposu var. Güneydoğu seyahatine hasta hasta çıkmış. Kimle konuştuysam şapka çıkarıyor. Askerlerin yattığı ortamlarda konaklamış. Onlarla yemek yemiş… Metehan Demir’in deyişiyle “Diyabakır’a gidip, kebaplarını yiyerek dönenlerin anılarını bir hafta tefrika ettikleri bir ortamda’ Cumhurbaşkanı gördüklerinden bir roman yazabilirdi herhalde…
Seyahatin herhangi bir özel güne denk getirilmemiş olması da doğru bir iletişim kararı; medyaya yansıtılış biçimi, verilen fotoğraflar da… Cumhurbaşkanı Abdulah Gül sanki bir sonraki görevine hazırlanıyormuş gibi: Birleşmiş Milletler, UNESCO, UNICEF, hiç olmadı NATO…
Gönül Yorgunluğu...
Prof. Dr. Osman Müftüoğlu şöyle yazmış:
“Yorgunluk sorununun yaygınlaşmasında en önemli faktörlerden biri olarak gösterilen depresyona Anadolu’nun çoğu yerinde gönül yorgunluğu dendiğini sevgili dostum Ali Saydam yazmış, ben bir sohbet anında Dr. Sabri Çarmıklı’dan öğrendim.”
Ahmet Hakan da dün Hoca’nın bu yazısına gönderme yapmış…
Kavram gerçekten mükemmel. Ancak benim de bu güzelim ifadeyi kimden öğrendiğimi yazmam gerekir. Bu kavrama ‘Eş ve Müşteri Nasıl Kaybedilir?’de yazdığım gibi psikiyatri uzmanı Prof. Dr. Kemal Sayar’ın bir röportajında rastladım. “Batı’daki ruh anlayışı ile Doğu’daki ruh anlayışını karşılaştırır mısınız?” sorusuna verdiği yanıtın içinde Kemal Sayar şöyle diyor:
‘Mesela Batılılar depresyon kelimesini kullanıyorlar. Depresyon çöküntü, çökme manasına gelir. Pek çok kültürde ruhi sıkıntı, ruhi ıstırap bu kelimeyle ifade edilmemektedir. Bizim toplumumuzda, benim Çubuk yöresinde duyduğum enfes bir şey vardı; ‘gönül yorgunluğu’ diyorlardı depresyon benzeri haller için. Bunun Batı dillerinde bir karşılığının olması çok zor.”
Anadolu, gönül yorgunluğunu dile getirdiği için Türkiye değişip, dönüşmedi mi?
‘1027’ye 1’ formülünün, yakın zamanda bir Hollywood yapımına, bir Gilad Şalit filmine dönüştürülerek dünya aleme seyrettirileceğinden adım gibi eminim. Formül, dün uygulanmaya başlandı ve İsrail kaynaklı ‘algılama yönetimi’ stratejisi gereği ‘tarihi takas’, bir ‘politik show’a dönüştürüldü. Şimdilik algılama ‘kazan-kazan ilişkisi’ üzerinden yürütülüyor. Yakından raylar Gilad Şalit makasıyla yer değiştirecek. Eğer bizimkiler bir Hollywood adımı atmazlarsa ki, bu saatten sonra zor…
Dün sabah servislere konan şu habere bir bakın:
“Kanal 2 televizyonu, Şalit'in Mısır'a ulaştığında üzerinde İsrail ordu üniforması olduğunu açıkladı.”
İşte filmin başlangıç sahnesi...
Hemen ardından gelen haberlerden, Şalit'in ailesiyle telefonda konuştuğunu ve İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, Tel Nof Hava Üssü'nde genç askerin ailesiyle bir araya geldiğini öğrendik. Kavuşma sahnesi bütün ajanslarda TV’lerde… İsrail bu kez kan değil göz yaşı döktürüyordu…
İsrail’in, 1027 Filistinli’ye bedel gördüğü genç asker Şalit’in gülüşünden, ağlamasından, mimiklerinden, etinden, sütünden yararlanacağı besbelli. Şalit’in iyi bir ‘kamu diplomasisi bayrağı’ olacağı da kesin... (Bkz. verdiği ilk röportaj)
İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres 1998’de NPQ dergisinde kendisi gibi bir ‘oyuncu – yönetmen’ olan Sydney Pollack’la sohbet ederken demiş ki: “Bugün iletişim araçları birçok bakımdan diktatörlüğü olanaksız kılarken aynı zamanda demokrasiyi de katlanılmaz kılıyor.” Gelin de “Hollywood’u okumak, hayatı okumaktır” düsturuna itibar etmeyin.
Cumhurbaşkanı iletişimi biliyor
Biraz da kırıklığı varmış… Ateş filan… Biz olsak yatarız… Bu türlere Allah özel bir güç veriyor sanki. Yoksa siyaset yapamazlar. Başbakan’ın ve özellikle seçim döneminde Kemal Kılıçdaroğlu’nun temposuna ayak uydurmaya çalışanlardan bazıları helak oldular… Birkaçını biliyorum. Resmen ‘havlu atıp’ işi bıraktılar…
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de o hiperaktif takımdan… Müthiş bir temposu var. Güneydoğu seyahatine hasta hasta çıkmış. Kimle konuştuysam şapka çıkarıyor. Askerlerin yattığı ortamlarda konaklamış. Onlarla yemek yemiş… Metehan Demir’in deyişiyle “Diyabakır’a gidip, kebaplarını yiyerek dönenlerin anılarını bir hafta tefrika ettikleri bir ortamda’ Cumhurbaşkanı gördüklerinden bir roman yazabilirdi herhalde…
Seyahatin herhangi bir özel güne denk getirilmemiş olması da doğru bir iletişim kararı; medyaya yansıtılış biçimi, verilen fotoğraflar da… Cumhurbaşkanı Abdulah Gül sanki bir sonraki görevine hazırlanıyormuş gibi: Birleşmiş Milletler, UNESCO, UNICEF, hiç olmadı NATO…
Gönül Yorgunluğu...
Prof. Dr. Osman Müftüoğlu şöyle yazmış:
“Yorgunluk sorununun yaygınlaşmasında en önemli faktörlerden biri olarak gösterilen depresyona Anadolu’nun çoğu yerinde gönül yorgunluğu dendiğini sevgili dostum Ali Saydam yazmış, ben bir sohbet anında Dr. Sabri Çarmıklı’dan öğrendim.”
Ahmet Hakan da dün Hoca’nın bu yazısına gönderme yapmış…
Kavram gerçekten mükemmel. Ancak benim de bu güzelim ifadeyi kimden öğrendiğimi yazmam gerekir. Bu kavrama ‘Eş ve Müşteri Nasıl Kaybedilir?’de yazdığım gibi psikiyatri uzmanı Prof. Dr. Kemal Sayar’ın bir röportajında rastladım. “Batı’daki ruh anlayışı ile Doğu’daki ruh anlayışını karşılaştırır mısınız?” sorusuna verdiği yanıtın içinde Kemal Sayar şöyle diyor:
‘Mesela Batılılar depresyon kelimesini kullanıyorlar. Depresyon çöküntü, çökme manasına gelir. Pek çok kültürde ruhi sıkıntı, ruhi ıstırap bu kelimeyle ifade edilmemektedir. Bizim toplumumuzda, benim Çubuk yöresinde duyduğum enfes bir şey vardı; ‘gönül yorgunluğu’ diyorlardı depresyon benzeri haller için. Bunun Batı dillerinde bir karşılığının olması çok zor.”
Anadolu, gönül yorgunluğunu dile getirdiği için Türkiye değişip, dönüşmedi mi?