Oscar: Popüler ve entelektüelin uyumu!
28 ŞUBAT 2007
Pek çok sivil toplum kuruluşunda (STK) görev alıyoruz; onlarca şirkete danışmanlık hizmeti veriyoruz ya, sıkça başımıza gelir. Şirket veya STK’lar zaman zaman ödüller verirler. Bu ödüllerin adayları vardır. Adaylardan hangisinin kazanacağı aslında gala gecesi belli olacaktır...
Bizde zurnanın zırt dediği yer de burasıdır zaten. Gala gecesi yaklaştıkça adaylardan telefonlar yağmaya başlar: “Yahu, kazanıp kazanmadığımızı söyleyin de boşuna (!) gelmeyelim oralara...”
Kazanamamak ağır bir hakarettir sanki. Bu talepler karşısında genellikle ödülleri organize edenler pes ederler ve ısrar edenlere gerekli ‘tüyoyu’ verirler. Ya da baştan teslim bayrağını çekip birkaç gün ya da saat önceden kazananları açıklarlar. Bu nedenle de galalar sönük geçer...
Oscar ödül törenini izlerken bizimkileri düşündüm hep. Oscar’ın neden Oscar olduğunu anlamak için o yayını izlemek yeter aslında. Bütün sinema sanayii ve tüm adaylar her zaman orada. Son ana kadar kimin kazanacağı kesinlikle bilinmiyor. Sektör ve organizatörler sonuçları gizleyebiliyorlar. Kazanamayanlar herhangi bir reaksiyon göstermiyor.
Akış muhteşem, hız inanılmaz, aksama sıfır, prodüksiyon son derece sade. Sade olması da doğru çünkü o kadar çok star var ki ortalıkta. Bir de prodüksiyonu onlarla yarıştırmanın alemi yok...
O gece Hollywood’u herhangi bir ülkenin sinema sektörünün yakalamasının imkânsız olduğunu bir kez daha gördük. Bir de, popüler kültürün arkasındaki derin entelektüel birikimi ve bu ikisinin imkânsız gibi görünen uyumunun bir kez daha ticari ve sanatsal başarının kilidi olduğunu...
Bizdeki başarılı işlere bakın. Orada da aynı uyumu göreceksiniz. İzleyici “Ne güzel benim seviyeme inmişler!” diye vasıfsız işleri yemiyor...
Bence gecenin yıldızı Al Gore’du. Hani Türkiye’de kimselerin izlemediği “The Inconvenient Truth - Uygunsuz Gerçek” filmine imzasını atan Clinton döneminde ABD eski Başkan yardımcısı...
Starbucks liderken değişimi tartışıyor
İş aleminde ve piyasalarda, varlığını uzun yıllar sürdürebilmek için değişmek gerektiği söylenir. ‘Guru’ların en sevdiği konudur. Değişime karşı direnç her sistemin en zayıf noktasıdır. Ne zaman karar vermek gerekir değişime? İşler kötüye gitmeye başladığında mı? Hayır. İşler iyi gittiğinde değişim kararı almak; gelecekte var olabilmenin garantisidir...
Bu tespitleri iletişim kuramlarıyla bile anlamak kolay değilken uygulanmasına, hem de yükselişte olan bir marka tarafından hayata geçirilmesine tanık olmak ‘her kula nasip olmaz’. Örneğin Starbucks’da olduğu gibi...
İş ve iletişim dünyasında marka yönetimi için örnek gösterilen bir kaç ‘yükselen yıldız’dan biri de hiç şüphesiz Starbucks’dır... Türkiye’de de son derece başarılı olmuştur. Büyük mağazalar onun yakınına yerleşebilmek için birbirleriyle yarışırlar.
Starbucks’ın Yönetim Kurulu Başkanı Howard Schultz, yöneticilerine gönderdiği bir duyuruda, sayıları son on yılda 14-15 katına ulaşmış olan firmanın "soğuk, kısır, ruhunu kaybetmiş, kurabiye kalıbından çıkmışcasına bir birine benzeyen" mağazaları nedeniyle gittikçe ‘maddeleştiğini’ ve ‘kan kaybettiğini’ tespit etmiş.
Dünyanın 39 ülkesinde mağazası olan lider bir markayı yöneten Schultz’un uyarı yazısında, "Özümüze dönmeli ve Starbucks deneyimi için sahip olduğumuz gelenek, miras ve tutkuyu harekete geçirme zamanımızın geldiğini fark etmeliyiz" uyarısını yapmış.
Ülkemizde bazı firmalar bu haberi okuyup; kendilerine “Bizde değişim konusunda durum nedir?” diye sorsalar, ne yanıt alırlar sizce?..
Tepki hasarla düz orantılı olmalı
Geçenlerde TV’de gözüm takıldı. Tuba Ünsal medya mensuplarıyla konuşuyordu. Yalın’a karşı duygularından söz ediyordu. Medyanın kendisiyle uğraşmasından duyduğu rahatsızlığı anlatırken; şunların altını çiziyordu: İletişimle ilgili yaptığı hatalar; susmasının yanlış olduğu; medyanın bilgi alma hakkına saygılı olma gerekliliği ve kaçmasının doğru olmadığı...
Medya mikrofonlarını uzatmıştı Tuba Hanım’a... Toplantının sonuna doğru kendisini tutamadı ve başladı ağlamaya. Eminim pek çok kimse onunla birlikte ağlamıştır. Hatta karşısındaki basın mensuplarının bir kısmının da gözyaşlarını tutamadıklarını sanıyorum...
Bu bantı medya takip ajanslarından edinmek zor değildir. Sadece ünlülerin değil, şirketlerin de izlemesinde yarar var. İki açıdan.
Bir: Tuba Hanım kendisi aleyhine olan tüm tutumları içtenliğiyle tersine çevirmiştir. İletişimde içtenlik son derece önemlidir. Bunun örneğini görmek adına...
İki: Ünsal, tepkisini biraz abartmış. Kriz durumlarında hasar oranında tepki göstermek gerekir. Fazlasını gösterirseniz, durduk yerde hasarı artırırsınız...
Bizde zurnanın zırt dediği yer de burasıdır zaten. Gala gecesi yaklaştıkça adaylardan telefonlar yağmaya başlar: “Yahu, kazanıp kazanmadığımızı söyleyin de boşuna (!) gelmeyelim oralara...”
Kazanamamak ağır bir hakarettir sanki. Bu talepler karşısında genellikle ödülleri organize edenler pes ederler ve ısrar edenlere gerekli ‘tüyoyu’ verirler. Ya da baştan teslim bayrağını çekip birkaç gün ya da saat önceden kazananları açıklarlar. Bu nedenle de galalar sönük geçer...
Oscar ödül törenini izlerken bizimkileri düşündüm hep. Oscar’ın neden Oscar olduğunu anlamak için o yayını izlemek yeter aslında. Bütün sinema sanayii ve tüm adaylar her zaman orada. Son ana kadar kimin kazanacağı kesinlikle bilinmiyor. Sektör ve organizatörler sonuçları gizleyebiliyorlar. Kazanamayanlar herhangi bir reaksiyon göstermiyor.
Akış muhteşem, hız inanılmaz, aksama sıfır, prodüksiyon son derece sade. Sade olması da doğru çünkü o kadar çok star var ki ortalıkta. Bir de prodüksiyonu onlarla yarıştırmanın alemi yok...
O gece Hollywood’u herhangi bir ülkenin sinema sektörünün yakalamasının imkânsız olduğunu bir kez daha gördük. Bir de, popüler kültürün arkasındaki derin entelektüel birikimi ve bu ikisinin imkânsız gibi görünen uyumunun bir kez daha ticari ve sanatsal başarının kilidi olduğunu...
Bizdeki başarılı işlere bakın. Orada da aynı uyumu göreceksiniz. İzleyici “Ne güzel benim seviyeme inmişler!” diye vasıfsız işleri yemiyor...
Bence gecenin yıldızı Al Gore’du. Hani Türkiye’de kimselerin izlemediği “The Inconvenient Truth - Uygunsuz Gerçek” filmine imzasını atan Clinton döneminde ABD eski Başkan yardımcısı...
Starbucks liderken değişimi tartışıyor
İş aleminde ve piyasalarda, varlığını uzun yıllar sürdürebilmek için değişmek gerektiği söylenir. ‘Guru’ların en sevdiği konudur. Değişime karşı direnç her sistemin en zayıf noktasıdır. Ne zaman karar vermek gerekir değişime? İşler kötüye gitmeye başladığında mı? Hayır. İşler iyi gittiğinde değişim kararı almak; gelecekte var olabilmenin garantisidir...
Bu tespitleri iletişim kuramlarıyla bile anlamak kolay değilken uygulanmasına, hem de yükselişte olan bir marka tarafından hayata geçirilmesine tanık olmak ‘her kula nasip olmaz’. Örneğin Starbucks’da olduğu gibi...
İş ve iletişim dünyasında marka yönetimi için örnek gösterilen bir kaç ‘yükselen yıldız’dan biri de hiç şüphesiz Starbucks’dır... Türkiye’de de son derece başarılı olmuştur. Büyük mağazalar onun yakınına yerleşebilmek için birbirleriyle yarışırlar.
Starbucks’ın Yönetim Kurulu Başkanı Howard Schultz, yöneticilerine gönderdiği bir duyuruda, sayıları son on yılda 14-15 katına ulaşmış olan firmanın "soğuk, kısır, ruhunu kaybetmiş, kurabiye kalıbından çıkmışcasına bir birine benzeyen" mağazaları nedeniyle gittikçe ‘maddeleştiğini’ ve ‘kan kaybettiğini’ tespit etmiş.
Dünyanın 39 ülkesinde mağazası olan lider bir markayı yöneten Schultz’un uyarı yazısında, "Özümüze dönmeli ve Starbucks deneyimi için sahip olduğumuz gelenek, miras ve tutkuyu harekete geçirme zamanımızın geldiğini fark etmeliyiz" uyarısını yapmış.
Ülkemizde bazı firmalar bu haberi okuyup; kendilerine “Bizde değişim konusunda durum nedir?” diye sorsalar, ne yanıt alırlar sizce?..
Tepki hasarla düz orantılı olmalı
Geçenlerde TV’de gözüm takıldı. Tuba Ünsal medya mensuplarıyla konuşuyordu. Yalın’a karşı duygularından söz ediyordu. Medyanın kendisiyle uğraşmasından duyduğu rahatsızlığı anlatırken; şunların altını çiziyordu: İletişimle ilgili yaptığı hatalar; susmasının yanlış olduğu; medyanın bilgi alma hakkına saygılı olma gerekliliği ve kaçmasının doğru olmadığı...
Medya mikrofonlarını uzatmıştı Tuba Hanım’a... Toplantının sonuna doğru kendisini tutamadı ve başladı ağlamaya. Eminim pek çok kimse onunla birlikte ağlamıştır. Hatta karşısındaki basın mensuplarının bir kısmının da gözyaşlarını tutamadıklarını sanıyorum...
Bu bantı medya takip ajanslarından edinmek zor değildir. Sadece ünlülerin değil, şirketlerin de izlemesinde yarar var. İki açıdan.
Bir: Tuba Hanım kendisi aleyhine olan tüm tutumları içtenliğiyle tersine çevirmiştir. İletişimde içtenlik son derece önemlidir. Bunun örneğini görmek adına...
İki: Ünsal, tepkisini biraz abartmış. Kriz durumlarında hasar oranında tepki göstermek gerekir. Fazlasını gösterirseniz, durduk yerde hasarı artırırsınız...